03.05.2020
1990, 1991 ve 1993 yıllarında ülkemizde gelir vergisi rekortmeni kimdi? Ülkemizde her şey çok hızlı yaşandığı ve unutulduğu için cevabı hatırlamak elbette zor. Yine de hatırlatalım: Matild Manukyan’dı!
Matild Hanım vergi konusunda dürüsttü. Dolayısıyla da ülkenin en zengini değildi ancak en fazla vergi vereniydi. Tabii bu durum sözde vatansever yöneticilerimizi rahatsız etti. Üstelik Matild Hanım Ermeni asıllıydı. Pek çok anlı şanlı zenginimiz gibi vergi kaçırmaya tenezzül etmeyecek kadar da vatanseverdi. Hoş, dürüst bir şekilde vergisini vermesi ile vatansever olsa da iş vatanseverliğin ekmeğini yemeğe gelince hemen Ermeni asıllı olduğu, müslüman olmadığı akla gelirdi. Bu durum o dönemde yurtdışı basınında bolca gündem oldu ve ‘Müslüman bir ülkede Hıristiyan bir genelev patroniçesi vergi rekortmeni oldu’’ şeklinde haberler çıkmaya başladı.
Yöneticilerimiz, "Diğer zenginlerimiz neden bir Matild Manukyan kadar vergi vermiyor?" sorusunun peşine düşeceklerine yeni yasalar çıkararak ‘kağıt üzerinde de olsa’ Manukyan’ın bir daha vergi rekortmeni olamayacağı bir düzenleme yaparlar. İşin açığı; sanayicilere ve işadamlarına vergi yükü getirilmeden kağıt üzerindeki bir takım düzenlemelerle Manukyan’ın bir daha vergi rekortmeni olması engellenmişti! Artık Türk ve Müslüman olan ve genelev işletmeyen insanlar vergi rekortmeni olacaktı, tabii kağıt üzerinde!
Manukyan’ı neden hatırlattım? Çünkü günümüzde dinden imandan bahsedilince mangalda kül bırakmayan iş insanlarımızın, mevzu vergiye gelince özel kararlarla yüz milyonlarca lira vergi borçları siliniyor. Diğer taraftan da Diyanet ‘Vergi kutsaldır’ şeklinde hutbe okutuyor. Keşke bu vergi borcu silinenler de bu kutsallıktan yararalanabilseydi diye düşünüyor insan. Ancak bu insanlar 500 milyon liralık, içinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan vergi ödemesini yapmadığı gibi, gidip bir üniversitemizin ilahiyat fakültesine devede kulak bir yardımda bulunup fakülte binasına adını verdirebiliyor!
Ya da "Biz bize yeteriz" kampanyasına yine devede kulak bir yardımda bulunarak ‘kahraman’ ilan edilebiliyorlar. Yazıklar olsun! Bir Manukyan kadar olamamak bu olsa gerek.
Peki tüm bunlar olurken gerçekten laik olan bir ülkede olmaması gereken bir kurum olan Diyanet'in iddia ettiği gibi İslam dini ile ilgili bir şeyler söylemesi ne kadar doğru? Matild Manukyan’ın genelev işletmeciliğinden kazandığı paradan alınan vergiler ya da İslam'a aykırı ve haram kabul edilen pek çok haksız kazançla alınan vergilerden maaşını alan, kurumlarını işleten bir kuruluş nasıl İslam adına konuşabilir? Üstelik bu kurumun yönetcileri siyasetin etki gücüyle belirlenirken nasıl sadece Allah’tan korkabilirler? Eh, ne de olsa Nasreddin Hoca’nın dediği gibi: ‘Parayı veren düdüğü çalar’
Nagazaki’ye atılan atom bombası Japon Katoliklerinin merkezi Urakami Katedrali'nin üstüne atılmıştı. Bu bombayı Amerikalı katolik rahip Zabelka din adına törenle kutsamıştı. Yıllar sonra ‘beynim yıkanmıştı’ diye af dileyecekti rahip ve ekleyecekti: "O zamanlar hiçbir rahip bu duruma karşı değildi."
Ancak bu insanlık suçunu işleyen iktidarın yarattığı atmosfer geçip de vicdan yine hakim olduğunda Zabelka’nın elinde utançtan başka bir şey kalmayacaktı.
Terrance Malick’in son başyapıtı ‘Saklı Bir Yaşam’ filmini tekrar önereceğim. Film esas olarak 2. Dünya Savaşı sırasında İsa yaşasaydı nasıl bir tavır sergilerdi sorusuna cevap niteliğinde. O dönemde de Hristiyan rahiplerinin hemen hemen tamamı yanlış olduğunu bile bile Hitler’in politikalarını kutsuyordu. İşte bu filmde iktidarın emirlerini değil; vicdanın ve Tanrının emirlerini uygulayan bir insanın hikayesini anlatılıyor. Kameranın ara ara olaylardan ve insanlardan yönünü çevirip şelale, dağ ya da gökyüzünü göstermesi, yaşananlara Tanrının şahitliğini göstermesi açısından önemli bir detaydı. Karakterin bundan güç alması muhteşem bir ayrıntıydı.
Maalesef Marx’ın ‘Kapital’ kitabında "İngiliz Yüksek Kilisesi, benimsediği 39 iman şartından 38’ine yöneltilen bir saldırıyı, parasal gelirinin 39’da birine yönelik bir saldırıya göre daha kolay affeder." sözünü haklı çıkaran bir iktidar yancısı din anlayışıdır ülkede egemen olan. Yine de insan ‘Saklı Bir Yaşam’ filmindeki saf ve temiz dindar insanların, Marx’ın bahsettiği üçkağıtçılara boyun eğmemesini umuyor. Çünkü paraya değil vicdanlarına boyun eğenlerin başı her daim dik olur.
Bukowski ‘Afrika’ya ilaç göndermeye karar vermiştik fakat hepsinin üzerinde ‘tok karnına’ yazıyordu’ demişti. Açlıktan ölen insanlara, tok karnına alınacak ilaç göndermenin önecilikler konusundaki saçmalığı gibi; Diyanet’in yoksulluğun, krizin olduğu bir dönemde eşcinsellik meselesini öne çıkararak gündem saptırması da yoksulluğun kaynağını saklamaktan öte bir şey değil maalesef...