21.11.2025
“Sinemada Yunan Yeni Dalgası, aile ya da bir birey gibi küçük bir kesitten yola çıkarak toplumsal genellemelere ulaşma eğilimindedir. Bizde bir ara gündemin en ön sıralarını işgal eden Palu ailesi misali bir aileyi ele alıp ‘bundan tüm Türkiye böyle’ demek gibi bir bakış açıları var.”
(2019 Haziran, Leman yazısı)
Bu yazı dizisinin amacı, her ne kadar kendi bakış açım doğrultusunda haklı da olsam, zamanın beni haksız çıkardığı Babis Makridis’in Zavallı filmine karşı bir tür özür ve hak teslimidir.
Habermas, 18. yüzyıl İngiltere, Fransa ve Almanya’sındaki kafeler, salonlar ve okuma topluluklarında herkesin statüsüne bakılmaksızın, önyargısız, eşit, argümanlarının gücü ölçüsünde değer gördüğü ve hakikati arama amacıyla bir araya geldiği topluluklardan köken alan “kamusal alan” fikrini idealize etmişti. Kamusal Alanın Dönüşümü kitabında –hocamız K.’nın da 68 olayları öncesi özgür ortamının etkisiyle diye eklediği– bir ideal çözüm olarak sunmuştu. Ancak geçen yıllar, bu ortamın kaybıyla birlikte tezlerini iyice romantik bir hale dönüştürmüş ve gerçekten kopuk bir noktaya getirmiştir. Habermas ise İletişimsel Eylem Kuramı’nı yayımlamış; kendi idealize ettiği doğrusunun gerçek dünyada daha da karşılıksız kalmasının nedenlerini analiz edip gerçeğe daha sağlam temellerle yaklaşmak yerine, benim ifademle “gerçeği zorbalamaya” devam etmiş; gerçeği teorisinin kaynağı yapıp anlamak yerine, gerçeği teorisine sıkıştırmaya çalışmış ve iyice romantik, gerçekten kopuk bir düşünceye kendini hapsetmiştir. Bunu, kendini Atatürkçü diye tanımlayanların 1923-1938 arasını ya da muhafazakârların Asr-ı Saadet dönemini kutsamaları gibi Habermas da 18. yüzyıl Avrupa’sının kamusal alanını kutsar.
Ben bunu yapamam. Evet, kendimce toplumcu bir bakışla zamanında Makridis’in filmini eleştirmiştim; ama Makridis, Atatürk’ün ifadesiyle “alnında ışığı ilk hisseden” bir sanatçıdır. Geçen altı yılda Makridis haklı çıkmış, ben yanılmışım. Neden? Çünkü benim “küçük kesit” dediğim profil bugün maalesef büyük çoğunluk olmuştur.
Neden mi? İşte gerçek hayattan bir anı:
2000’li yıllarda fakültede laboratuvar pratiği sırasında bir arkadaşım, asistanların konuşmasından profesör hocanın annesinin hastalığını duymuş ve hoca gelince “Hocam, geçmiş olsun” demişti. Hocanın şaşkın bakışı inanılmazdı:
“Ne için?” dedi.
Arkadaşım, “Anneniz rahatsızmış, geçmiş olsun” diye tekrarlayınca hoca daha sert bir ses tonuyla, “Sen nereden biliyorsun ve ne alâka?” diye sormuş; bir süre sessizlik olmuş, sonra kafasını sallayarak derse başlamıştı.
Şimdilerde bir Instagram paylaşımı gördüm: Aynı branşta, aynı yaşlarda başka bir fakültede bir profesör, herkese açık profilinde annesinin hastane yatağındaki 6–7 fotoğrafını kolaj yapmış, altına enstrümantal bir ilahi benzeri müzik koymuş ve “Çok kıymetli anacuğum ameliyat olacak, dualarımız onunla” yazmıştı.
İki olay arasındaki benlik yitimine, farkındalık kaybına, mahrem olan–olmayan ayrımının yok oluşuna, toplamda kalite farkına dikkat eder misiniz?
Ülke olarak eskiden övündüğümüz bir şey vardı: “Kendi kendine yeten bir ülkeyiz” derdik. O zamanlar ülkenin et ihtiyacı Kars’tan, buğday ihtiyacı Konya Ovası’ndan gelirdi. Şimdilerde et Arjantin’den, buğday Ukrayna ovalarından geliyor. Toplumsal da bireysel de kendine yetemeyen, başkalarıyla var olan bir ülkeye mi dönüştük?
AB tarihinde ilk kez bir ülkenin adaylık sürecini askıya alsa da bazı yasalarımız hâlâ tercüme yoluyla Avrupa’dan gelmeye devam ediyor. En basit örnek: “Kişisel veriler” yasası. Her rejim, kurucu gücün bakışına göre yaşamı tanımlar. Cumhuriyet de bunu yapmıştı ve “fikri hür, vicdanı hür” nesiller idealiyle yola çıkmıştı. Cumhuriyet, bağımsız bireyler yaratma fikriydi. Gelinen nokta ise bağımsızlık kavramından bihaber, doğduğu aile ve çevrenin fikirlerini sorgulamadan “benlik” sanan “bireyimsiler”le dolu bir manzara. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’na göre en hassas verilerden biri hastalık verisiyken, Makridis Usta’nın filmine adını veren “zavallı” biri bu mahrem bilgiden bile yoksun bırakılmıştır.
Burada biyolojik bir gerçekten de örnek vermemiz gerek: Bir organizmanın en küçük yapı taşı “hücre”dir. Hücreyi dış ortamdan ayıran “hücre zarı” seçici geçirgen bir yapıdır: İhtiyaçları içeri alır, artıkları dışarı atar, iç–dış dengesini gözetir. Öyle her önüne gelenin girip çıktığı bir kapı değildir. Bu işleyiş canlılığın ta kendisidir. Hücre ölünce bu denge bozulur, içeriye su hücum eder ve hücre patlayıp yok olur. Canlılığın bir göstergesi de insanın hayatına gerçekten ait insanları ve fikirleri alması, gereksiz olanları dışarıda tutması değil midir? Basında iddia edildiği kadarıyla ülke olarak sınırlarımızın da –yukarıdaki profesör örneğinde olduğu gibi– pek seçici geçirgen olmadığı düşünülebilir. Önceki cümledeki “düşünce” kelimesinin yokluğu, benliğin de yok olduğunun kanıtı değil midir? Bahsi geçen profesöre sınırlarla ilgili iddiaları sorsanız kınar, yanlış bulur; ama kendisi birey olarak aynısını yapmaktadır. Düşünme becerisi olmayan insan kördür; ayna tutsanız da anlamaz, çünkü anlamak için de düşünme becerisi gerekir.
Yin–Yang felsefesini diyalektik düşünceyle birleştirdiğimizde aynı konu hakkındaki zıtların toplamı sıfırdır diyebiliriz. Kendine has benliği olanın gerçek benliğini yaratması, dışsal imaj benliğinden çok daha önemlidir; tersi de doğrudur. İmaj ne kadar belirginleşir ve önemsenirse, gerçek benlik o kadar zayıflar. Gerçek benlik güneş gibidir: İçsel çatışma içerir ve dışa enerji saçarak görünür. Sahte–imaj benlik ise ay gibidir; karanlıkta var olabilir ve sadece güneşin ışığını yansıtır.
Belki de yaşadığımız, bir hücrenin yavaş çekimde ölümünü seyretmektir.
Eskinin ağırlığı olan akademik unvana sahip olanlar şimdilerde genel olarak temel seviye benlik bilincinden yoksun halde. Peki neden hâlâ saygın görüyoruz bu unvanları? Bir örnekle açıklayayım: Uçağa binerken pilotun belgesini, tecrübesini sorgulamazsınız; çünkü sistem –verdiğiniz vergiler ve vatandaşlık haklarınız sayesinde– bunları denetler. Aslında pilota değil, sisteme güvenirsiniz. Ya sistem bu görevini dünya genelinde etkili şekilde yerine getirmiyorsa? İşte durum tam da budur. Kapitalizmin geldiği yeni aşama, üniversite kavramını atıl hâle getirmiştir. Sistemin “ilerleme” adına en büyük silahı olan bilim artık öncelikli olarak üniversitelerde değil, şirket Ar-Ge’lerinde üretilmektedir. Ham zekâdan öte bağlantılar kurabilen, yaratıcı potansiyeli olan zekâlar üniversiteyi değil, buraları tercih etmekte; ama orada da sadece “görevli-hizmet üreticisi” olarak istihdam edilmektedirler. Ürettiklerinin maddi karşılığını az çok alsalar da üretimin bütününden habersiz, söz sahibi olamayan yetenekler hâline gelmektedirler.
Bir kavramın değeri gerçek dünyada azaldığında ve o değeri yeniden üretecek gerçeklik kaybolduğunda ne olur? Üstelik yerine ikame edilecek yeni bir yol da varsa… O zaman en üsttekiler (Frankfurt Okulu’nun “araçsal akıl” dediği potansiyele sahip olanlar) yeni yola akar. Geride kalanlar ise ölen sistemin geçmişten kalan mirasının imajsal itibarını sömürerek var olmaya çalışır; yaşanan tam da bu değil midir?
Üniversite bir zamanlar gerçek dünyayı değiştiren teknolojik, bilimsel ve düşünsel ürünlerin ortaya çıktığı yerdi. Şimdilerde ise kendisi de bir şirket olan Web of Science gibi indekslerin sayılarıyla güçünü ispatlamaya çalışan bir kurum hâline dönüştü. Ürettiklerinin etkisiyle değil, sayılara muhtaç hâle geldi. Varlığınızın ispatı soyut sayılara muhtaçsa, gerçekten bir varlıktan ne kadar söz edebiliriz? Kaldı ki bu tarz unvanlı insanlar artık öz ya da içerik ile var olan bir etkiden ziyade; akademide WOS indeksli sayılar ile, akademi dışındaki zamanlarında ise Instagram, Facebook, LinkedIn gibi yine şirketlere bağlı olan platformlarda ‘like’ beklentisiyle paylaşım yapmaktalar. Yine şirketlerin ortamında, yine sayılarla ve yine içerik–etki ön planda olmadan, gerçekle-sanalı ayırt edemeyen bir varlık–yokluk karmaşası içindeler. İnsanları ve dünyayı emeklerinin ürünü olan eserleriyle değiştirmek yerine imajlarını öne çıkarmayı öncelikli hâle getiriyorlar!
Üniversitelerin resmî sosyal medya hesaplarında görüyorsunuz: “X hocamız Stanford’un dünyanın en etkili 10. bilim insanı seçildi” ya da “Listeye üniversitemizden 10 kişi girdi” vs. Nobel alanların bile çoğundan daha üst sıralarda yer almaları şaşırtıcı değil mi? İnsan “Bu büyük bilim insanlarınızdan bilimin haberi var mı bari?” diyesi geliyor.
Aklıma, 1964’te Higgs bozonunu öngören Peter Higgs geliyor. 40 yıllık aktif bilimsel kariyerinde sadece 32 makalesi var. Ve diyor ki:
“Eğer bugün akademiye başlasaydım, yayın baskısı yüzünden kariyer yapamazdım.” (2013 sonrası röportajları)
“Benim gibi yavaş çalışan bir teorisyenin bugünkü ‘publish or perish’ sisteminde hayatta kalma şansı yok.” (The Guardian röportajı)
İçten gelen samimi bir mücadeleyle üretilen etki değil; başkalarının göreceği, etkisiz ama gürültülü bir imaj… Gerçek yaşamın en büyük silahı olan bilimi de işgal etmiş durumda.
İlk kısmı bir fıkrayla bitirelim:
Kutup ayısı yavrusu önce halasına gider: “Hala, ben kutup ayısı mıyım?” Hala “Elbette” der. Sonra amcasına, dedesine sorar, aynı cevabı alır. Babası bunu fark eder, yanına çağırır:
“Evladım, sorunun ne? Neden herkese kutup ayısı mıyım diye soruyorsun?”
Yavru: “Baba, kutup ayısıysam neden bu kadar üşüyorum?”
Soru tam da burada: Bir ülkenin –hele bizim gibi kibar ifadeyle “gelişmekte olan” bir ülkenin– bu kadar etkili bilim insanı ve üst düzey üniversitesi varsa neden etki anlamında bilimsel üretim göremiyoruz? Neden bilimimizin var olduğunu kanıtlamak için sayılara, indekslere muhtaçız?
Elbette işini özveriyle, samimiyetle, fedakârlıkla yapan değerli bilim insanlarımız da var; bu ülke açısından umut verici, onların hak ettiği değeri görmemesi açısından ise acı. Hani “Ermişlerin yüzü suyu hürmetine ayaktayız” derler ya… Onlar olmasa Allah bilir ne olurdu.