17.04.2018
You Were Never Really Here daha önce Filmekimi’nde son anda listeden çıkarılmıştı. İstanbul Film Festivali’nde görebildik. Üzerinde fazlaca konuşmaya değer bir film değilmiş. Léon, Sin City, İhtiyarlara Yer Yok gibi filmler çekilmemiş olsaydı belki etkileyici bir film diyebilirdik. Ancak asıl ilginç tarafı şu: Yabancı bir filmin adı neden Türkçe’ye çevrilmez? Üstelik vizyona da aynı isimle girecekmiş. Yine İstanbul Film Festivali’nin en güzel filmlerinden biri olan The Rider için de aynı sorun söz konusu.
Bu basit bir sorun gibi görülebilir; ancak dil, toplumlar için kimlik ve varoluş göstergesidir. Bir toplumun entelektüellerinin ne kadar özgün olduklarının ve bulundukları toplumla bağlarının işaretlerinden biridir. Hatta çalışkanlıklarının… Çünkü bir dilin etkinliğinin en önemli kanıtı, bilim ve sanat alanlarında kullanılıyor oluşudur. 1933 yılındaki üniversite reformu sonrası Nazi Almanyası’ndan kaçan bilim insanlarına Türkiye kucak açmıştı. Atatürk’ün gelen hocalardan iki isteği vardı: Türkçe öğrenip dersleri Türkçe vermeleri ve alanları ile ilgili beş yıl içerisinde Türkçe bir eser yazmaları. Vizyon sahibi lider olmak bu olsa gerek!
YÖK bir “Çeviri Üniversitesi” ya da “Çeviri Enstitüsü” kursa; sanat ve bilim alanında önde gelen akademik dergileri ve kitapları sürekli dilimize kazandırsa güzel olmaz mı? — Üstelik yalnızca öğrenciler bulundukları şehrin esnafına ve ekonomisine katkıda bulunsun diye açılmış üniversiteler bile varken… Alanında başarılı, hem yabancı dile hem de ana diline hâkim emekli akademisyenleri en doğru şekilde değerlendirmiş oluruz.
Denebilir ki: “Canım ne gerek var, herkes İngilizce öğrensin?” Yabancı dil öğretimi elbette gerekli. Ancak mesele bireyler değil, toplumdur. Rönesans’ın başlangıcı Avrupalıların Arapça öğrenmeleri ve bilimsel eserleri okumalarıyla değil; Arapça’dan çevrilen eserlerle oldu. İslam dünyası da bilimsel gelişmeyi Yunan coğrafyasından almıştı. Ve kendi dilinde bilim ve sanat yapabilmek için en önemli şey, var olan terimlere karşılıklar oluşturabilmektir. İşte bunun için hem alanını hem de dilini çok iyi bilen hocalara ihtiyaç vardır.
Tabii ki Atatürk’ün “İlim tercüme ile olmaz, araştırma ile olur” sözündeki gibi çeviri yalnızca başlangıcı oluşturur. Asıl olan araştırmak, düşünmek ve üretmektir.
Yunan komünistleri Avrupa’da Hitler’e karşı savaşmışlardı. Hitler yenildi. Ancak kadere bak ki Yunan komünistleri de yenildiler. Çünkü savaş sonrası Stalin, Romanya ve Bulgaristan’a karşılık Yunanistan’ı İngiliz–Amerikan ittifakına bırakmıştı. Ve bu ekibin ilk işi, Hitler’le iş birliği yapmış Yunan iş adamlarını desteklemek ve Yunan komünistlerini ezmek oldu.
İşte böyle bir tarihsel arka plandan Yunan sineması Theodoros Angelopoulos, Costa-Gavras gibi büyük sosyalist yönetmenler çıkarabilmişti.
İstanbul Film Festivali’nde Alexandros Avranas’ın Sevme Beni filmini görünce insan şöyle demeden edemiyor: Angelopoulos’un Marksist bakış açısıyla yaptığı sinema şairliği nerede; Yorgos Lanthimos ve Avranas’ın çiğ ve kaba sineması nerede… Aradaki farkı size güncel bir olay üzerinden anlatayım.
Çiftlikbank’a parasını kaptıran bir vatandaş savcılığa başvurmuş. Cumhuriyetimizin savcısı da “Kısa sürede çok para kazanma hevesine giren şikâyetçinin kendi hatasından kaynaklı mali sorumlulukları telafi etme mercii devlet kurumları değildir.” demiş. Büyük gazeteci Ahmet Hakan da Tosuncuk’un mağduru vatandaşa yazısında öldürücü darbeyi vurmuş ve savcı beyin yanında olduğunu söylemiş (!).
Yahu kapitalist bir düzen içinde kısa sürede çok para kazanma hevesi suç mudur? Örneğin bir adam 10 bin lira yatırıp iddaa oynasa ya da piyango bileti alsa bu kısa sürede çok para kazanma hevesine girmez mi? Girer. Peki bu suç mu? Hayır. E peki sistem neden var? Halkı suçlamak ve ayar vermek için mi? Örneğin bu olayda basına reklam veren bu yapıyı denetlemek sistemin görevi değil mi?
İşte Lanthimos ve Avranas filmlerinde sistemi eleştirir gibi görünürken aslında bireyi, hatta insan doğasını suçlamaktadırlar. Gerçek sosyalistler —Haneke, Ken Loach, Dardenne Kardeşler, Zvyagintsev— ise bireylerden ve olaylardan yola çıkarak toplum–sistem eleştirisi yaparlar. Fark bu! Yeni Yunan Sineması’nın bu iki yönetmeni, bu olaydaki savcı ve Ahmet Hakan gibileri (!) sistemi değil insanı suçlamaktadır. Bunun adı işin kolayına kaçmaktır.